Gülsüm Ece Gülcan
Geçtiğimiz yıla damgasını vuran ve en çok beklenen filmlerinden biri olan “Oppenheimer” geçtiğimiz Altın Küre Ödüllerinde toplamda beş ödülle ayrıldı. Bilim dünyasının ve tarihin önemli figürlerinden olan J. Robbert Oppenheimer’ın hayatını konu alan film, Manhattan Projesini, atom bombasını geliştirilme sürecini ve etkilerini aynı zamanda Oppenheimer’ın karmaşık hayatını ele alıyor.
Christopher Nolan Oppenheimer’ı filmde tarihteki kötü bir karakter olarak ya da bir kahraman olarak ele almaktan ziyade daha çok tarihi gerçekliğe odaklandığını görebiliriz. Filmin en etkileyici yönlerinden biri de Oppenheimer’ın hayatını onun gözünden izlediğimiz için aslında bilmedğimiz derinlikli karakterine, içsel çatışmalarına ve karmaşık hayatına detaylı bir şekilde değinilmesidir. Tüm bunlar Oppenheimer’ın sadece bir bilim adamı olmaktan ziyade aynı zamanda bizim gibi insan olmanın verdiği yüklerin altında kaldığını da göstermektedir.
Film iki paralellikte geçiyor, film ilk olarak Oppenheimer’ın bir casus olduğuyla alakalı mahkemesini bize sunarken daha sonra onun geçmiş yaşamını, Manhattan Projesi’nin gelişim aşamasını ve öncesini, anlatıyor. Christopher Nolan’ın bu karmaşık düzeni seçmesi de ilk başta izleyicilerin zaman ve mekanı algılamasını zorlaştırsa da bize insanlık trajedisini, işlenen günahları, ve tarihi iki farklı zaman üzerinde anlatarak daha etkili kılıyor.
Filmin bir diğer önemli özelliğinde renklerin oldukça etkili bir şekilde kullanılmasıdır. Siyah beyaz sahneler nesnel gerçekliği anlatan sahnelerde kullanılırken, renkli sahnelerde olaylara öznel ve kurgusal bir şekilde yaklaşıldığını görürüz. Renklerin efektiv bir şekilde kullanılmasıyla bir önceki sahnenin etkisinden çıkılmasına ve zamanın daha iyi kavramamıza yardımcı oluyor. Aynı zamanda bu renkler izleyici ile Oppenheimer arasına da mesafe koyduğunu söyleyebiliriz.
Filmin doruk noktası şüphesiz patlama anıdır. Ortaya çıkan parlak alevlerle zamanın durduğu ve “zafer”in kazanıldığı zaman Oppenherimer’ın yüzünden birçok şey anlamak mümkün. Fakat şüphesiz ki bu ifade “zafer” kazanmış birisinin sevinç duygularından çok geri dönülemez bir dehşete imza attığının bilincinde olan bir adamın yüz ifadesini anlatıyor bize. O saatten sonra da hiç bir şeyin Oppenheimer için eskisi gibi olmayacağının da farkına varıyor izleyici.
Sonlara doğru Oppenheimer’ın gerçek atom bombasının patlamasından sonra konuşma yaptığı sahnede bunu daha net bir şekilde görebiliyoruz. Konuşması sırasında söylediği “Bombalamanın sonuçlarını öğrenmek için daha çok erken” sözünden sonra etraf sallanmaya başlıyor, insanların alkışlamasına rağmen her şey sessizliğe gömülüyor ve sonra her tarafı kaplayan bir ışık görülüyor. Bununla beraber insanların derilerinin soyulduğu, etrafta bir kül yığını kalıyor işte burdan sonra sesleri tekrardan duymaya başlıyor. Yürürken üzerine bastığı kül olmuş bir ceset, bir kadının ağlaması, bir adamın kusmasını görmesi, zihninde canlanan bu görüntülerin hepsi aslında Oppenheimer’ın bombanın sonuçlarının çoktan farkında olduğunu gösteriyor bize.
Son sahnede Oppenheimer’ın Albert Einstein’a eskiden konuştukları zincirleme reaksiyon hakkında "Dünyayı yok edebilecek bir zincirleme reaksiyon başlatabileceğimizi düşünüyorduk. Ve sanırım başlattık." diyor. Buradaki bahsettiği “zincirleme reaksiyon” daha önce filmde bahsedilen atmosferi yakmakla ilgili değil, atom bombasıyla beraber dünyanın bambaşka karanlık bir yöne kayacağını, artık nükleer bomba yarışlarının başlayacağı ve gezegenin bu tür silahlarla kaplı olacağıyla alakalıdır. Son sahnede Oppenheimer’ın ne yaptığının farkındalığında olan yüzü ve Einstein’ın oradan depresif, dehşete düşmüş bir ifade ile ayrılması aslında nasıl bir “yıkımın” eşiğinde olduğumuzu bize gösterirken, gelecek hakkında kaygılanmamak elde değil.
Filmi izlerken izleyiciler bir çok farklı duyguyu bir anda yaşıyor ve bir çok şeyi sorguluyor. İzleyiciler her ne kadar Oppenheimer’a böyle bir vahşeti başlattığı için kızsa da karakteri içselleştirmek ve acımamak elde değil. Bombanın icadı ile kazandığı “zafer”e sevinmekten çok pişmanlığını ve kederini görmek izleyici de ister istemez bir acıma ve anlayış duygusunu da beraberinde getiriyor. Bu yüzden Oppenheimer ne bir kahraman olarak ne de bir kötü karakter olarak düşünülemiyor. Savaştaki “kazanan” ve “yenilgiye” uğrayan tarafı seçmek ise tamamen seyircinin kendi insiyatifine bırakılıyor. Oppenheimer’ın gerçek hayatındaki bir röportajında kendisinin artık “ölüm” olmasından bahsettiği üzere onun için yenilen tarafın dünya olduğunu anlamak da mümkün.
Filmin ilgi çekici yapan sadece konusu değil aynı zamanda oyuncu kadrosu, görsel efektleri ve yönetmenidir. Oppenheimer’a hayat veren Cillian Murphy’e hayran kalmamak elde değil, aynı zamanda Robert Downey Jr., Emily Blunt, Florence Pugh gibi bir çok sevilen oyuncu da filmi daha da ilgi çekici kılıyor. Görsel efektler ise özellikle bomba sahnesinde adeta bir görsel şölen sunuyor. Yönetmenin Christopher Nolan olması zaten filme olan beklentileri bir hayli arttırmaktadır.
Son olarak Oppenheimer kesinlikle son zamanlarda vizyona giren en çarpıcı filmlerden biri. Sadece bir biyografiden çok daha fazlasını içinde bulunduruyor. Filmi bir kere izlemek ise kesinlikle yetersiz, her izleyişte farklı bir detay bulunması ile film daha anlamlı hale geliyor. Fakat filme gitmeden önce Robert Oppenheimer’ın hayatıyla alakalı az çok bilgi edinmek film seyir zevkinizi arttıracağı için fayda var. Nolan’ın muhteşem zekası, oyuncuları ve konusuyla kesinlikle izlemeye değer bir film.
Comments