Dora Kınoğlu
“Little Miss Sunshine”, 2006 da yayınlanmış, Valerie Faris, Jonathan Dayton tarafından yönetilmiş gerçekçi bir Komedi/Dram filmidir. Film, Hoover ailesinin Olive’in ( ailedeki küçük kız) hayali olan Little Miss Sunshine güzellik yarışmasına katılabilmesi için California’ya yaptıkları yolculuğu anlatıyor. Yolculuk boyunca ailenin yaşadığı birçok acı-tatlı ve komik olay seyirciye keyif versede aslında senaryodaki karakterler ve psikolojilerine teker teker yoğunlaşıldığında yaşadıkları ciddi problemler dikkat çeker. Anne rolündeki Sherl Hoover (Toni Collette) eşinden boşanmak isteyen ancak aslında aileyi birarada tutan ve çocukları için gerçek anlamda en iyisini hedefleyen bir karakterdir, bunun yanı sıra eşi Richard (Greg Kinnear) ise hayatını ve insanların yaşam kalitesini başarı ve başarısızlık kavramları üzerinden değerlendiren hırslı bir karakterdir. Başarısız (kaybeden) insanları sevmez ve bu tavrı üzerinde filmde bir sürü alıntı ve mesaj bulunur. Örneğin karakterindeki ironik durum yaptığı her hareketi kazanmaya giden adımlar üzerinden değerlendirmesidir ancak kendisinin açıkça belli olduğu üzere kaybeden olduğu görülür. Bu fikre özellikle filmin başında yedi/sekiz kişi civarındaki sınıfına verdiği motivasyon konuşması ile, filmin ortalarında istediği işe alınamadığı için iflas edecek olmasıyla ve oğlu Dwayne’in konuşmaya başladığı sahnede onun yüzüne başarısız olduğunu söylemesiyle açıklığa kavuşur. Dwayn’in (Paul Dano) karakterine gelecek olursak; onbeş yaşında, dokuz aydır konuşmama yemini etmiş, Nietzsche’ye hayran, diğer herkesten nefret eden ve hayattaki tek amacı olan bir savaş pilotu olma hayaline sıkı sıkıya tutunmuş ve bunun için çalışan bir gençtir. Filmin başlarında diğer karakterlerin problemleri açıkça belirtilirken aslında Dwayn üzerinde pek durulmaz ve son anlara kadar aslında ailedeki tek bir umudu olan ve muhtemel ‘başarıya’ ulaşabilecek karakter olduğu görülür. Ancak yolculuk sırasında renk körü olduğunu öğrenmesi ve hayallerine asla kavuşamayacak olmasıyla tüm hedefi ve çalışması çöp olur. Ailedeki kaybedenler tablosu bir nevi tamamlanmış olur ve filmdeki kırılma noktası oluşur. Tüm karakterler pes etme noktasına gelirler, Dwayn yola devam etmek istemez fakat kardeşi ve annesi ona destek olurlar. Burdan aslında filmdeki yolculuğun hayattaki zorluklar olduğu ve yola devam edilmesi gerektiği mesajı çıkarılabilir çünkü yolculukta tek zorluk yaşayan Dwayn değildir.
Frank(Steve Carell) intihar girişiminde bulunmuş fakat başarılı olamadığından hastaneden sonra eve gözetim altında olması şartıyla gönderilmiş Amerika’daki tek Proust araştırmacılarından olan ancak işini ve aşkını kaybetmiş ailedeki amca rolündeki eşcinsel karakterdir. Frank’in film başındaki depresif ve çökmüş ruh halinin yolculuk sırasında onu işinden eden adamla karşılaşması ve bu, aslında intihara meyil etmesine yol açmış olaylara bir kez daha değinmesi durumunda bıraksada, devam etmesiyle hayata tutunması ve zorlukları aşma yolundaki çabası gösterilir. Yolculuğa devam edememiş tek karakter Büyük Babadır(Alan Arkin). Büyükbaba uyuşturucu alan ve bu nedenle huzur evinden atılmış elinde olsa hayatı daha dolu dolu yaşamayı istemiş bir karakterdir. Yolculuk sırasında aşırı dozdan dolayı ölür ama aile onu hastaneden kaçırarak yollarına devam ederler. Film’de başarısızlığı tam olarak tatmayan ancak en başından beri seyirciyi ikilemde bıraksada gerçeğin büsbütün belli olduğu karakter Olive’dir(Abigail Breslin). Filmin açılış sahnesinde Olivie’in güzellik kraliçesi olmak için yaptığı provalar görülür fakat fiziksel olarak yarışma için uygun olmadığı ortada olsada o bunun farkında değildir ve aslında burada acı-tatlı bir şekilde yaşın ilerlemesi ile fark edilen toplumsal güzellik algısının küçük bir kızın dünyasında yer almadığı ancak büyüdükçe insanların bunu fark edip kendisinde baskı ve nefrete yol açtığı anlaşılır. İronik olarak ailedeki herkesin Olivie’in kazanacağına dair inancı olduğu verilir fakat yolculuk sırasında restoranda dondurmak sipariş etmek isteyip babası ona dondurmanın ona kilo aldıracağı ve güzel olan insanların yani ‘kazananların’ kilolu olmadığı yani aslında onun gibi olmadığı mesajını vererek Olivie’in filmde ilk defa mutsuz, pişman ve yenik olduğu an yaratılır. Ancak ailesinin babasına kızması (gerçekleri yüzüne vurmasına) ve Olivie’i gaza getirmesiyle dondurmayı yemesi sağlanır ki aslında burda verilen mesaj “kazanan olmaktansa hayatta önemli olan mutlu olmaktır”. Bu mesaj ileride filmin ana mesajı haline gelecektir.
Filmde ki en ağır eleştirilen nokta aslında kazananlar ve kaybedenler arasındaki uçurumdur. Karakterler neredeyse gerçekçiliğin sınırlarını zorlayacak kadar belli temalar üzerinden başarısızlığı tatmıştır (güzellik problemler, hayal kırıklığı, ölüm, iflas, boşanma, iş hayatında- aşkta kaybetme…) ancak asıl mesele bir kaybeden olmak değil bunun problemleştirilmesidir. Özellikle Olivie’in büyük babasına ağlarken “ya kaybedersem o zaman babam beni sevmez çünkü o kaybedenleri sevmiyor” demesiyle büyük babasının ona “Kaybedenler, kazanamamaktan o kadar korkan insanlardır ki denemeye bile kalkışmazlar.” demesiyle aslında odaklanılan noktanın yanlış olduğu ve karakterlerin deneyen çabalayan ve kazanma yolunda olan, hedeflere ulaşılmasada başarını süreçte saklı olduğu anlaşılır. Pes etmemeye ve mutluluğun başarıda değil hayatımızın her anında çıkarılabilecek insanın içinde saklı bir güç olduğu, filmin sonunda ailedeki herkesin güzellik yarışmasında Olivie ile çıkıp dans etmesi ve sonunda mutlu bir şekilde evlerine dönmeleriyle anlaşılır. Aslında filmin tamamen mutlu bittiğini söyleyemeyiz sonuçta karakterlerin problemlerinin hiç biri çözülmemiştir ve belki daha büyüklerine yol açacaklardır ancak onların mutluluk adına öğrendikleri bakış açılarını değiştirmiştir. Bu değişime verilebilecek en net örnek Dwayn ve Frank’in yarışma sırasında dışarıda okyanusu izlerken yaptıkları konuşmadır. Dwayn’in “Uçmak istersem uçmanın bir yolunu bulurum. Sen sevdiğin işi yap, gerisini siktir et.” mesajını vermesiyle filmin ana teması oluşur. En büyük kazanan mutlu olandır.
ความคิดเห็น