Elvin Işlak
Bıkmıştım. Gerçekten bıkmıştım. Bu koskoca dünyada benim işim neydi? Varlığımın sebebi neydi? En son ne zaman güldüğümü, eğlendiğimi, huzur içinde uyuduğumu hatırlamıyordum artık. Neyi yanlış yapıyordum? Ben sadece… mutlu olamıyordum. Nasıl mutlu olunurdu? İşim sabah 8 akşam 17’den oluşan sıkıcı bir ofis yaşantısından oluşuyordu. Çevremde zorla tutmaya çalıştığım arkadaşlarım, arkadaş demeye bin şahit, fırsatını buldukları gibi kaçmışlardı benden. Evde beni bekleyen kimse yoktu, zor günümde arayabileceğim bir eşim dostum yoktu. Anne baba desen en son ellerini öpmeye ne zaman gittim hatırlamıyordum bile. Tanrı beni cezalandırıyor muydu? Hiçbir zaman eline geçen fırsatları değerlendiren biri olmamıştım. Hayatımı aslında kendi ellerimle mahvetmiştim. Sırf oku dediler diye kıytırık bir üniversiteye gitmiş, mezun olduktan 3 yıl sonra anca çalışmaya başlamıştım. Gençliğimi orada burada savurganlık yaparak geçirmiştim. Ama pişman değildim. Sanki dünyaya adım attığım ilk andan bu yana hep biliyordum nasıl bir hayatım olacağını. Yüzümdeki ifadesiz bakış ve soğuk gözler çocukluğumdan beri benimleydi. Sevmeye çalışan teyzelere hakaret etmiş, çıkma teklifi edenleri aşağılamış veya kendi çıkarlarım için kullanmıştım. Kötü bir insan değildim, gerçekten. Ama… yapamıyordum işte. Olmuyordu. İnsanlara sanki komik bir şey söylemişler gibi gülmek istemiyordum. “Üstündeki çok yakışmış.” gibi yalanlar söylemek istemiyordum. Duyduklarıma şaşırmış gibi yapmak istemiyordum. Çünkü hissetmiyordum, ben onların hissettiklerini hissedemiyordum. Nasıl hissedilirdi? Duygular nasıl çalışırdı ki? Tanıyanların ya acıyarak ya öfkeyle ya da gülerek baktığı biriydim. Arkamdan söylenenleri çok iyi biliyordum. İki masa yanımda oturup arada bir bana bakan iş arkadaşlarımın da bugün yaptığım herhangi bir şey üzerinden dedikodumu yaptığına emindim mesela. Alışık olmadığım bir manzara değildi, lise de böyleydi. “Dün akşam neredeymiş duydun mu?” “Babası karakollardan toplamış, ailesinin dışarı çıkmaya yüzü kalmadı artık.” “Hastaneye yatırmışlar kızı, delinin teki diye söylemiştim size.” “Annesini geçen annemle konuşurken duydum, daha anası sevmezken kim sever bu suratsızı zaten.”
Zihnimde yankılanan birkaç eski konuşma yüzümde ufak bir tebessüm oluşturdu. Beni tanıyanların korkarak kaçacağı bir görüntüydü, etraftakiler görmesin diye hemen yüzümü nötrledim. Hakkımda söylenenleri en iyi ben bilirdim, bilmez zannederlerdi. Annem hala arada bir öldüm mü ölmedim mi kontrol etmek için arardı, beni çok sevmediğini bilirdim hep. Babam desem zaten ölse bir daha benimle karşılaşmak istemezdi, adamcağızı aramak benim de içimden gelmezdi zaten pek. Tek çocuk olduğunda üstüne düşerlerdi genelde, belki ben daha konuşmaya başlamadan önce öyleydi de gerçekten. Ama bir sıkıntı vardı. Sıkıntı neydi? Sıkıntı ben miydim? Ben gülmüyorum, konuşmuyorum, düşüncelerine katılmıyorum diye sıkıntılı mıydım? Öyleydim herhalde. Çoğunluk mu sıkıntılı olacaktı, tabi ben sıkıntılıydım. Önemli değildi ama, ben yalnızlığı da severdim. Klavyenin yanında duran elimi çevirdim yavaşça, saatimden belli olmayan bileğimdeki 4 santimetrelik çizik yalnız olmayı pek de sevmediğimi hatırlattı. Sonar yatak odamda baş ucumdaki ilaç kutularımı hatırladım. Gerçekten de anlaşılması imkânsız biriydim, sevilmeye değmezdim. Yalancıydım ben yalancı, kendime bile yalan söyleyen bir yalancı. Ama bunlar zaten bildiğim şeylerdi, yaşamasını öğrenmiştim bir şekilde.
Saat 17’ye yaklaşırken yavaşça masamı toplamaya başladım. Bu akşam ne içsem diye düşünüyordum bir yandan, yemek yemeyi pek sevmezdim. Ama eskiden evde yemekleri ben yapardım. Annemle babam hep işte olurlardı. Yoğunluktan mı, yoksa yüzümü görmemek için mi bilmem hep mesaiye kalırlardı. Ben de yaptığımı yemezdim, utanç verici ama içimden hep bir akşam eve geleceklerine dair bir his olurdu, gelmezlerdi. Bazen gece dışarı çıkınca onları birlikte gezerken veya bir restoranda bir şeyler yerken görürdüm. Birbirlerini sevdikleri çok belliydi. Bir aşkın meyvesiydim, peki neden sevilmemiştim? Sıkıntı ben olmalıydım. Hiç onları mutlu edecek bir şey yapmamıştım ki. Çıkışa doğru yönelirken arkamdan gelen sesle yerimde durdum. “Bu akşam neredesin bakalım?” Başta kime söylendiğini anlamamıştım. Sonra kafama dank etti, bir kez daha barın tekinde sarhoş olup arkamdan bana seslenen geri zekâlıya yakalandığım için kendime küfrettim. Sonsuz dalgalarını başlatan ben olmuştum, benim hatamdı. Umursamadan ilerlemeye başlayacakken yanındaki uzun kızın “Aman uğraşmaya değmez, ne konuşuyorsun şu insan müsveddesiyle.” diye gülmesiyle kanım kaynadı. Bu hissi özlemiştim, öfke. Öfkelenmeyi sevmezdim, kendimi kaybeder, sonrasında geri dönüşü olmayacak şeylere kalkışırdım. İçimdeki bıkmış tarafım çoktan beni sakinleştirmeye çalışmaya başlamıştı, ama bu kız kendini ne zannediyordu? “Sen daha buraya gelmeden sevgilin kimin arkasında sahipsiz köpek gibi dolaşıyordu bilmek ister misin?” Diye sordum kıza arkamı dönerek. Bir anda ofisin sessizleştiğini hissettim. Benden çekiniyorlar mıydı? Tabii ki de çekineceklerdi, onlardan üstün olduğumu biliyorlardı, bana gereksiz diyen insanların şu evrene bir katkıları yoktu. Kız hışımla yanındaki adama döndü, bu akşamın hararetli geçeceği belliydi. Son bir bakış attıktan sonra arkamdan gelen bağırışları duysam da umursamadan yoluma devam ettim. Alışkın olduğum bir sahneydi, yarın hiçbir şey olmamış gibi tekrar ofise gelecek ve kaldığımız yerden devam edecektik. Üstüne düşünülmesi gereksizdi.
Eve nasıl geldiğimi anlamadım bile, günlerim birbirine o kadar benziyordu ki, nasıl akşam oluyor anlamıyordum. Ben hayatı yaşamayı, zevk almayı bilmiyordum. Nasıl öğrenebilirdim? Gerçi böyle şeyler öğrenilir miydi ki? İnsanın içinde olmalıydı, benim içim bomboştu. Eve girdim, üstümü değiştirip mutfağa yöneldim. Yapayalnız bir yaşam sürsem bile en azından param vardı, hayatıma dahil olmuş çoğu kişi ara sokakların birinde çürüyüp gideceğimi düşünürdü genelde. Hayatta bir kez şansım yaver gitmişti işte. Mutfak dolabını açtığımda alışkın olduğum manzarayla karşılaştım. Yenecek pek bir şey yoktu, ben de bir şişe şarap aldım, geçenlerde markette görüp almıştım. Ne kadar kaliteliydi bilmiyordum, o an sadece bir şeylere ihtiyacım vardı. İşte bazen bugünden daha zorlu geçen günler olabiliyordu. İçmeye başlamadan yavaş içeceğime dair tekrar kendime hatırlatma yaptım. Ama 1 saat sonrasında şişenin dibi görünüyordu. Şaşırdığım bir manzara değildi. Bu hayatta en çok hayal kırıklığına uğrattığım kişi kendimdim belki de. Salondan gelen telefon sesiyle şaşırdım. Aklıma gelen ilk şey birinin ölüp ölmediğiydi. İronik bir şekilde güldüm, sarhoş olmuştum galiba. Yavaşça telefonumu almak için kalkarken yanlışlıkla kolum şarap şişesine çarptı ve şişe yere düşüp parçalandı. Bir anda başım döndü ve ne yaptığımı anlamadım. Böyle hissetmekten nefret ediyordum. Dağınıklık ve düzensizliğe asla katlanamazdım, bu yüzden salondaki telefonumu unutup cam kırıklarını toplamaya başladım. 20 dakika sonra tamamen temizlendiğine ikna olduktan sonra zihnim biraz daha açılmıştı. Telefonuma ulaştım ve arayana baktım. Ekranda babamın ismi yazıyordu. Babam mı? Beni mi aramıştı? Ne konuşacaktık ki? Geri arasam mı diye başta tereddüte düşsem de ayıp olur diye geri aradım, birkaç çalışta açtı. İlk başta hatta bir sessizlik oldu. “Baba?” Diyerek ben konuşmayı başlattım, yine bir süre ses gelmedi. “Annen…” dedi. “…kötü, hastaneye gel.” İlk başta kavrayamamıştım açıkçası. Anneme ne olmuştu? Yaşı 60’a dayanmıştı ama bir hastalığı yoktu. Var mıydı yoksa? En son doğum günümde konuşmuştuk. Aramızda kalsın ama aradığı için kendime yediremediğim kadar mutlu olmuş, konuştuktan sonra da birazcık ağlamıştım. Ne kadar zaman geçmişti? Doğum günüm marttaydı. Hangi aydaydık? Duvara asılı takvime gözüm kaydı. 26 Kasım. Nasıl? 8 ay mı geçmişti? Babamın hattan sesini duydum tekrar. “Duyuyor musun beni? İstanbul’a gönderdi Tekirdağ’daki doktor, gel gör anneni, hayırlı bir evlat olursun belki ömründe bir kere.” Sözleri beni pek incitmemişti aslında, babamın düşüncelerini pek umursamazdım, ama annem için çok değerliydi. Hayran gözlerle bakardı ona. Baktığında ne gördüğünü çok merak ederdim. Kısaca geliyorum diyerek, telefonu kapattım ve yola çıktım.
O an nasıl hissettiğime dair bir fikrim yoktu açıkçası. Çakırkeyiftim ve annemin hastanede olduğunu öğreniyordum. Babamdan aldığım adresle bir taksiye atladım ve hastaneye ulaştım. Hastane çalışanına annemi sordum, kaçıncı katta olduğunu öğrendikten sonra asansöre yöneldim. Kata ulaştığımda bir an adım atamadım. Şimdi ben onları mı görecektim? Çok uzun zaman olmuştu. Eve gidip üstümü mü değiştirseydim acaba? Neden değiştirecektim ki, onlar benim ailemdi, beni yargılamazlardı. Yargılarlardı. Düşüncelere dalmış olmalıydım çünkü odağımı kazandığımda farklı bir kattaydım. Başkaları asansöre mi binmişti yoksa? Tekrar kat numarasına basarak annemin olduğu kata geldim. Kapının önünde durdum. Hala ne yapmam konusunda emin değildim. Ama içerideki annemdi, benim annem. Yavaşça kapıyı açtım, anında babamla gözlerimiz buluştu, gözleri kızarıktı. Şaşırmadım, annemle gerçekten birbirlerini seviyorlardı. Ben birini hiç böyle sevmemiştim. Neden bu kadar eksiktim? Soğuk bakan gözlerimi babamdan almış olmalıydım, çünkü bana attığı bakış içimi buz etmişti. Eskiye dönmüştüm sanki. İlk başta ikimizde ne diyeceğimizi bilemedik herhalde, odada tuhaf bir hava oluştu. “Anneme ne oldu?” diyerek ben başlattım konuşmayı. “Tiroit kanseri.” dedi. Açıkçası nasıl bir tepki vermeliyim bilemedim. Tiroit kanserini biliyordum, tiroidin alınmasıyla birlikte çözülüyordu, büyük ihtimalle geç teşhis konulmuştu. “Ameliyat ne zaman?” diye sordum. “Yarın sabah olacak.” diye yanıtladı ayağa kalkarken. “Leş gibi içki kokuyorsun yine, ne zaman seni gördüğümde normal bir babanın hissedeceği gibi hissedeceğim ben?” diyerek ufak bir azar attı. Yüzümde oluşan gülümsemeyi engelleyemedim. Ben… babamı özlemiştim galiba. Yüzümdeki gülümsemeyi gördüğünde gözlerindeki bakışın değiştiğine yemin edebilirdim. Ondan da tiksinmiş miydi? Olumsuz düşüncelerin kafamı doldurmasıyla gülümsememi sildim, o da kafasını çevirmişti zaten. “Yarın sabah burada olacaksın değil mi?” diye sordu. “Evet, saati söylemen yeterli.” “Sarhoş olup bayılma da ne yaparsan yap.” Kalbimin biraz kırıldığını söylemeliyim, bu kendime yakıştırmadığım bir hareket ama biraz daha umrunda olmak istedim. “Annem uyanacak mı? Ona göre bekleyeyim.” diye yanıtladım alaycı cümlesini. Umursamamak en iyisiydi. Babamın yüzündeki şaşkınlık ifadesi kaşlarımı çatmama sebep oldu, yanlış bir şey mi söylemiştim? “Defol git. Kimsenin sana ihtiyacı yok zaten. Annen burada yatarken sen evine uyumaya git, ya da ne halt yiyeceksen.” sesini yükseltmesiyle irkildim. “Baba…” diyerek konuşmaya çalışsam da lafım kesildi. “Sen nasıl böyle birine dönüşebildin, nasıl böyle duygusuz, bomboş bir canavara dönüşebildin. Benim için, annen için, soyadım için tam bir utanç kaynağısın. İnsan müsveddesinden başka bir şey değilsin.” İnsan müsveddesi. Hayat ne komikti. Tesadüflerle doluydu. Bugün işten birinin de bana aynı şeyi söylediğini söylesem babam güler miydi? İnsanlar böyle şeyleri komik bulurdu. Bugün yıllar sonra babamla tekrar görüşeceğimi, aynı kelimeleri ondan da duyacağımı asla tahmin etmezdim. Yaşamın tahmin edilemezliği beni büyüledi bir anda. Babamın yüzündeki öfkeyi ve kırıcı kelimelerini çok kafama takamadım. Alışık olduğum bir durumdu. Beni, beni düşündüğüm şeyler oluştururdu, başkalarının benzetmelerine ihtiyacım yoktu. Babamla daha konuşmadan çıkıp gittim, istediği gibi. Olaylı gecem de böyle bitmiş oldu. Uzun zamandır böyle beklenmedik bir gün geçirmemiştim, bu beni biraz mutlu etti. Eve gelince üstüme aniden çöken ağırlıkla kendimi yatağa attım ve uykunun derin kollarına uzandım.
Sabah alarmın sesi başımı duvarlara vurmamı istememe neden olacak kadar gürültülü bir şekilde çaldı. Hızlı bir şekilde kalkıp üstümü giydim, ekmek arası bir şeyler hazırlarken telefonumun zil sesini duymamla yemek masasına uzandım. İşten biri arıyordu. “Neredesin sen ya? Toplantı başlayacak, proje sorumlusu ortalıkta yok. Nerede ne halt yiyorsun bilmiyorum ama hemen buraya geliyorsun.” Telefonu açtığım gibi uğradığım bombardıman başımı ağrıttı. Nasıl yani, yıl sonu analizleri bugün mü yapılacaktı? İçimden küfrettim, annemin yanına gidecektim. Ama şimdi işe gitmezsem kesin başıma bir sürü dert alırdım. Bir seçim yapmam gerekiyordu. Tiroit ameliyatları çok ciddi değildi, o yüzden işe gitmeyi uygun gördüm. Toplantıdan sonra izin alıp gidebilirdim, hem annem de kendine gelmiş olurdu. Fikir aklıma yattığı için yolda işe giderken babama kısaca geç kalacağımı belirten bir mesaj attım ve cevabını beklemeden telefonu kapattım.
Sunum oldukça iyi geçmişti, yöneticinin hoşuna gittiğini gözlerinden okuyabiliyordum. Şaşırmadım, işimde iyiydim, birlikte çalıştığım moronlardan çok daha iyi. Ancak içimdeki kötü his bir türlü yok olmamıştı. Açlık değildi, sabah sandviç yemiştim. Yok saymaya çalıştıkça içim daha çok daralmaya ve üşümeye başladım. En son patronum soğuk terler döktüğümü fark edince ne olduğunu sordu, o sırada aklıma annem geldi. Hemen durumu izah edip binadan ayrıldım, saatlerdir telefonumu açmamıştım. Ameliyat bitmiş olmalıydı. Annem şu an narkoz etkisi altındaydı büyük ihtimalle. Tek bir bildirim vardı telefonumda. “Allah belanı versin.” anlamlandıramamıştım. Babamın kızacağını tahmin ediyordum ama kötü hissetmekten kendimi alamadım. Bugün gerçekten bende bir şeyler yanlış gidiyordu. Mesajı bir saat önce atmıştı, cevap vermek yerine yola koyuldum, hastanede konuşurduk ne de olsa. Annemle yıllar sonra yüz yüze konuşacak olmanın heyecanını yaşıyordum içimde, ne kadar çocuksu. Hastaneye geldiğimde içeri girerken bir anda başım döndü, kalp atışlarım kulaklarımda yankılanmaya başladı. Buraya kadar gelmişken kendime de baktırsa mıydım acaba? Resepsiyona yönelerek annemin nerede olduğunu sordum. Resepsiyondaki adamın bir anda rengi attı, ne olduğunu çözemedim. Beni bir doktora yönlendirdi. Odasına girdiğimde doktorun yüzünde de aynı ifade vardı “Anneniz… nasıl söylemeliyim bilmiyorum. Bugünkü ameliyatı sonrası… başınız sağ olsun. Annenizi kaybettik.” Bir an dünyamın durduğunu hissettim. Önümdeki adam ameliyat hakkında bir şeyler söylüyordu. Annem… annem neredeydi? Şaka mı yapıyorlardı? Annem ölmemişti benim, tiroit ameliyatı o kadar ciddi bir şey bile değildi. “Annenizin yaşı ileriydi, geç teşhiste konulduğu için riskli bir ameliyat olması bekleniyordu zaten ancak çeşitli komplikasyonlar nedeniyle… başınız sağ olsun. Elimizden geleni yaptık.” Ne yani, yok muydu annem benim artık. Neredeydi? Annemi görmek istiyordum, annemi görmek istiyordum, anneme sarılmak istiyordum. Anneme yıllardır sarılmamıştım ben, kokusu nasıldı, kokusunu hatırlamıyordum. Hıçkırarak ağlamaya başladığımı doktorun beni sarsmasıyla anladım, bir çeşit kriz geçiriyordum sanırsam, doktorun bağırışları başımı ağrıtmaya başladı. Bir hemşirenin elinde şırıngayla koşarak bana doğru yönelişiyle görüşüm karardı ve derin bir uykuya daldım.
Beyaz bir tavana açıldı gözlerim. İlk başta anlamadım. Sonra hatırladım, annem. Ben… ben gerçekten ne yapacağımı bilmiyordum. Ömrümde bir kere bile hayırlı bir evlat olamamıştım. Sadece bir utanç parçasıydım, hayal kırıklığıydım. Babam benden nefret ediyordu, annemi yarı yolda bırakmıştım. Ben annemi nasıl yarı yolda bırakmıştım? Annem. Annem. Annem. İşimi ondan önemli görmüştüm. Beş para etmez insan müsveddesinin tekiydim ben. İnsan müsveddesi. Şimdi anlıyordum neden öyle dediklerini, ben değersiz pisliğin tekiydim. Cebime girecek parayı annemden, canımdan, kanımdan öne koymuştum. Nasıl devam edecektim hayatıma bundan sonra? Buraya kadar nasıl yaşamıştım ki zaten? Benim hiçbir zaman bir amacım olmamıştı ki, zamanın akışına kaptırmıştım kendimi. Düşüncelerimde boğulurken gözüme ilişti hastane camı. Yüksek bir katta olmalıydım. Diğer binalara yukarıdan bakıyordum. Yavaşça ayağa kalktım. Göz yaşlarım ne olacağını anlamış gibi kesilmişlerdi bir anda, o an fark ettim odanın sessizliğini. Varlığım o kadar değersizdi ki, başıma ne gelirse gelsin, bu sessizliği yok edecek bir kişiye bile sahip olamamıştım ömrüm boyunca. Yavaşça pencereyi açtım, gece saatleriydi, yağmur çiseliyordu. Uzun bir süre uyumuş olmalıydım. Bu daha önce yapmadığım bir şey değildi, korkacak bir şey olmadığına dair telkin ettim kendimi. Yavaşça pencereye tırmandım ve oturdum ölümle yaşam arasındaki ince çizgiye, annemin ölümü içimdeki insanlığa dair son kırıntıları da almıştı benden. Annemin ölümü. Benim annem ölmüştü, ben daha ne yapacaktım burada? Bir anda rüzgâr çarptı yüzüme, belki de deliriyordum ama annemi duydum sanki. Kızım, kızım diye sesleniyordu bana, ama o kadar tatlıydı ki sesi. Benimle hiç böyle konuşmamıştı. Bir an içim hevesle doldu. Yanına gidersem, bu sefer belki becerebilirdik, sevebilirdik birbirimizi, dışarıda gördüğüm anne kız ilişkileri gibi olurdu bizim de ilişkimiz. Bu beni o kadar mutlu etti ki, kafamın içindeki çığlık atan sesler durdu. Yavaşça ellerimi camın kenarlarına dayadım. Son bir itiş ve annemin yanına gidecektim. Kulağımda sesi çınlıyordu, artık kokusunu da alıyordum. Daha fazla bu hasrete dayanamadım. Ben fark edemeden ellerim tutunduğum yerden ayrıldı ve işte havadaydım şimdi. Düşüyorum, düşüyorum, düşüyorum. İlk başta bir çığlık duydum. Sonrasında hissettiğim son şey yüzümde oluşan tebessümdü. Annemin canını alan hastane benim de canımı alıyordu işte. Mutlu oldum. Annemin sesine o kadar yaklaşmıştım ki. Gözlerimi kapattım ve son saniyelerimde karanlığın beni içine çekmesini izledim.
Daha önce intihara kalkıştığımda mutsuz ve yalnız öleceğime emindim. Ama şimdi öyle değildi, ben mutlu ölüyordum. Ben annemle ölüyordum: “Anne, ben geldim…”
Comments