Defne Karaali
Biri nasıl “hiçliğin” tanrısı olabilir ki? Bu soru en çok beni ilk kez duyan insanlar tarafından soruluyor. Efsane der ki: Bir zamanlar ben bir insanoğluymuşum -benim için yapılabilecek en büyük aşağılama da budur- her şeyden çok gücü arzulayan bir insan… Çaldım, ezdim , ihanet ettim, öldürdüm, olabilecek en alçak oldum ve en tepeye kadar çıktım fakat oraya geldiğimde hiçbir şey bulamadım. Başka bir tanrı beni izliyordu ve bu doyumsuzluğumu, bu açgözlülüğümü gülünç buldu. Böylece beni bir tanrı haline getirdi. Hiçbir şeyim yoktu, ne güç ne zenginlik ne gurur ne de başka bir şey, elimde olan tek bir şey bile yoktu. Ve ben de buna sahip oldum: hiçliğe...
Ben, diğer tanrıların aksine, insan aleminden uzak durmayı -bazıları buna kaçmak der- seçtim. Onların alanlarına girmenin ve oyun oynamanın veya her şeyin doğal düzenine müdahale etmenin yollarını bulamıyordum. Açıkçası bana çok da zevk vereceğini düşünmüyordum. Uzaktan onları izliyorum. Kendi boşluğumdan. Kimi zaman ise ne yaptıkları umrumda bile olmuyor. Onlar da beni umursamıyorlar, yokmuşum gibi davranmayı seçiyorlar (belki de kendilerini en çok böyle güvende hissediyorlardır). Bu benim için bir sorun değil çünkü düzen benim. Onlar beni çok yakından tanıyorlar. İnsanlar bana muhtaçlar, boyun eğmek zorundalar. Bildikleri her şeye, oldukları her şeye işlenmişim ve bu kadar basit varlıkların yaptıklarıma anlam vermeleri imkansız.
Bu yüzden güldüler. Küçümsediler. Bana kendi adım olmayan milyonlarca isimle seslendiler ve gerçek adımı sadece daha çarpıcı, sert bir ifadeyi hak etmeyen bir şey hakkında lanet ederken kullandılar. Ben, onlara göre, gerçek bile değildim. Sadece diğer tanrılar arasında sıkıldıkça kullanılan -sanki tanrılar da zamanı insanlar kadar basit şekilde harcıyormuşçasına dolaşırken- bir şakadan ibarettim. İnsanlar -durmaksızın- aslında onlar bizi kendi zihinlerinde oluşturdukları halde, bizim onları yarattığımıza inanarak projeksiyonlarında kendilerini yansıtıyorlar. Sanki; kendi sözcüklerinin, kendi yarattıkları varlıkların her birinin peşinden koşmak istiyorlar. Her şeye var olmayan anlamlar yükleyip onları ‘gerçeğe’ çeviriyorlar. Ve ardından onlara inanıyorlar, onlara inanma ihtiyacı hissediyorlar. Kendi yarattıklarına kendilerinden yüce, üst bir varlık görevini verecek kadar sefil varlıklar insanlar. Ardından somutlaştırma arzusu duyuyorlar. Biz böyle yaratıldık işte. Her bir insanın ruhundan bağıran duygular ve inançlar tarafından yaratıldı tanrılar. Fakat ben bir istisnayım. Ben kendi duyduğum hissizlik ve boşluk yüzünden tanrı olmak ile cezalandırıldım. Her şey uğruna hiçlikle cezalandırıldım. Boşlukta, havanın bile olmadığı, sesin ne kadar bağırsan da duyulmadığı kapkaranlık boşlukta bir başına bırakıldım. Fakat yalnızlığa bile sahip olamıyordum. Kendimle beraberdim, bu dünya ve öbür dünyada korkacağım tek kişi ile sonsuz bir hapisteydim. Tamamen düşüncelerimleydim. Hep bir şey olmasını bekler ve hiçbir şey olmazdı. Bekler, bekler, bekler, şakaklarım zonklayana kadar düşünür, düşünür, düşünür, düşünürdüm. Hiçbir şey olmazdı. Acaba neden cezalandırılmıştım? Ne uğruna her şeyi yapmıştım? Neyi arzu etmiştim? Neden yaşamıştım? İşin komik tarafı da bu bana kalırsa. Yaşıyoruz, ama nedensizce. Sonra kendi kendimize bir anlam veriyoruz hayata; sadece kendimizi mutlu ve tatmin edebilmek için, içten içe bunun sadece bir bahane olduğunu bile bile. Amaçladıklarımız oluyor, istediklerimiz oluyor. Onlara sahip olmaya çalışıyoruz, bazen olabiliyoruz bazen ise olamıyoruz. Peki sahip olunca ne oluyor? Devamı geliyor. Sonunda ise her şey tekrar, tekrar ve tekrar aynı döngüye geri dönüyor. Düşündükçe farkına varıyorsun bunu sorguladıkça… Dünya yaratılırken insanlığa düşünmenin bir nimet olduğu söyleniyor, hayır, aslında düşünmek insanlığa başından beri verilmiş en büyük lanet. Hiçliğe çekilip boğazına kadar düşüncelere batıp boğulana kadar, en sonunda onları kusmaktan başka çaren kalmayana kadar sürüklenip duruyorsun. Düşündükçe anlamsızlaşıyor her şey. Böylece her şey hiçliğe dönüşüyor işte. Bir ‘hiç’ten ibaret oluncaya kadar o boşluktaydım. Acının ne olduğunu unutana kadar, ‘nedenlerimin’ ne olduğunu unutana kadar oradaydım. Herhalde tanrı olmanın bedelini ödedikten sonra, duygularımdan arınarak, namıma sahip olmaya hak kazanacak kadar hiçbir şeyim kalmayana dek süren bir bekleyişin sonrasında hiçlikle var oldum. İronik olarak bana göre gerçekten komik olanın, başka kimsenin gülemediği bir keskinliği vardır. Her zaman mutlak sessizlik ile biter.
Ben hiçliğin tanrısıyım. Bu, insan standartlarına göre bir çelişki çünkü onlar çok acı bir şekilde gerçeği görmezden geliyorlar: onlar hiç kimse. Onlar; mücevherlerle donatılmış, umut peşinde koşan, herhangi bir şeyler yapan, her şeye inanan, boşluğu doldurmak için göz kamaştıran ama aslında ne yaptıklarını, ne için yaptıklarını kendileri bile bilmezken öylesine yaşayan birtakım mahluklar. Doğduklarından beri inkar etseler bile hepsi hissediyor; o korkunç, hayatlarının amaçsız olduğunu söyleyen duyguyu. Sanki bir kurt beyinlerinin içini deşiyor ve sen delirene kadar bekliyor gibi, bir soğukluk bırakarak en umutsuz zamanlarından kalan korku ve en nefret dolu anlarından birikmiş kin ile seni yavaş yavaş yok eden, tüm vücudunun kontrolünü ele alarak seni pişmanlıklar içinde bırakacak o an için hiç durmaksızın tetikte bekleyen, huzursuzluk yaratan o duygu... Asla unutulamaz.
Bana gülüyorlar. Sonra, gecenin derinliklerinde, herkes durduğunda ve sadece düşünceleriyle baş başa kaldıklarında, hissediyorlar. O boşluğu, o dehşeti.
Hiçliği.
Ve bunu bilmeden, beni anlıyorlar.
Comments